22 Mart 2017 Çarşamba

Gazneli Mahmud'un Hizmetkarı Ayaz

Sultan Gazneli Mahmud’un sarayına esir olarak getirilen ve kısa sürede; samimiyet ve zekâsı ile sultânın akıl danışmanı olan Ayaz’ın hikayesi…
Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Bu dünya tuzaktır, yemi de arzudur. Tuzaklardan kaç, çabuk yüz çevir. Böyle gidecek olursan, yüzlerce genişlik bulursun. Tersine gidecek olursan, fesâda uğrarsın. Arzuyu bırak da Allah merhamete gelsin, O’na karşı böyle yapmak gerektiğini sınadın ya işte.” (Mesnevî, 375-380. beyitler)
Ayaz, Gazneli Mahmud’un sarayına bir esir olarak getirilmiş olmasına rağmen kısa sürede; samimiyet ve zekâsı ile sultânın akıl danışmanı olmuştur. Alçakgönüllü, eli açık, yalan nedir bilmeyen birisi olan Ayaz, iyiden iyiye diğer vezirlerin ve saray erkânının gözüne batmaya başlar.
Vezirler, Ayaz’ı, Gazneli Mahmud’un gözünden düşürmek için dedikodular yayarlar. Ayaz’ın her gün kendisinden başka kimsenin girmesine izin vermediği bir odaya çekilip bir-iki saat kaldığını, orada ya hükümdardan çaldığı paraları sakladığını ya da kötü işler yaptığını söylerler. Hükümdar, inanmak istemese de kalbine kurt düşmüştür bir kere… Kendini tutamaz ve Ayaz’ın odasının önünde alır soluğu… Kapısı açılan oda, boş ve temizdir. Sadece askıya asılı bir sarık, hırpânî bir aba, duvara dayalı eğri büğrü bir asâ ve yırtık çarıklar vardır.
YOKLUKTAN VARLIĞA ERMEK
Hazret-i Mevlânâ, bu durumu Mesnevî’sinde pek güzel ifade eder:
“Belki de varlık, yokluk rüzgârının esmesine engel olduğu için çarığını seyretmekten hoşlanıyordu. Böylece yokluk üstüne kurulu mezarı açmak, o zevk ve hayat rüzgârını bulmak istiyordu. Kendi varlığından uzaklaştığı için, işinin sonu da övgüye değer oldu. Ayaz, kibir kokusundan sakındığı için kararlılığı çok güçlü bir hâle gelmişti. Temizlenip olgunlaşmıştı o, gururun ve kibrin boynunu vurmuştu.” (Mesnevî, 235- 240. beyitler)
Dünyadan uzaklaşan kişi, kendi varlığından uzaklaşır. Kendi varlığından uzaklaşan kişi ise, kibir, riyâ ve kinden uzaklaşır.

14 Mart 2017 Salı

TALUT VE CALUT KİMDİR?


Tâlût ve Câlût kimdir? Allah’ın Benî İsrâîl’e gönderdiği ve kendilerini O’nunla imtihana tuttuğu hükümdara karşı tavırları ne oldu?
Mûsâ -aleyhisselâm-’dan sonra gelen Benî İsrâîl peygamberleri, Tevrât ile amel ediyorlardı. Fakat yahûdîler, başlarında peygamber bulunmadığı kısacık bir fırsat yakaladıklarında, hemen kitabı tahrîf ederek kendi hevâ ve heveslerine göre te’vîl ediyorlardı. Böylece îtikâdî ve ahlâkî durumları bozuluyor; yeni bir peygamber gelince düzeliyor, fakat sonra tekrar fesâda meylediyorlardı.
O zamanlar Mısır ile Şam arasında Amâlika kavmi vardı. Câlût isminde çok güçlü bir reisleri bulunmaktaydı. Allâh -celle celâlühû-, Câlût’u İsrâîloğulları’nın başına musallat etti. Câlût, İsrâîloğulları’nı mağlûb ederek çocuklarını ve kadınlarını esir aldı.
CALUT NELER YAPIYOR?
Benî İsrâîl’de Mûsâ -aleyhisselâm- zamanından beri muhâfaza edilen ve içinde bir kısım mukaddes emânetlerin bulunduğu kıymetli bir sandık vardı. Sandığı ele geçiren Câlût, hakaret olsun diye onu pisliğe attı. Bu sandığa Kur’ân-ı Kerîm’de “Tâbût” denilmektedir.
Ev, mal, mülk ve yurtlarından ayrı düşen İsrâîloğulları çok huzursuz oldular. Tâbût’un, ellerinden çıkmasına çok üzüldüler. Artık bütün emel ve gâyeleri Tâbût’u tekrar ellerine geçirmek olmuştu.
TALUT KİMDİR?
O sırada içlerinde, rivâyete göre İşmoil isminde bir peygamber vardı. Yahûdîler, ondan kendilerini kurtaracak bir hükümdar istediler. İşmoil -aleyhisselâm- da, duâ ve niyazda bulundu. Hak Teâlâ, “Tâlût” isminde bir kimsenin melik olarak tâyin edilmesini vahyetti. Fakat bir kısım yahûdîler, Tâlût’u hükümdar yapmak istemeyip bu ilâhî emre karşı çıktılar:
“–Tâlût, hükümdar soyundan değildir!” dediler.
Çünkü o zamana kadar İsrâîloğulları’na gelen peygamberler, Lâvî bin Ya’kûb’un; hükümdarlar ise, Yahûda bin Ya’kûb’un soyundan gelmekteydi. Tâlût ise, her iki soydan da değildi.
Kur’ân-ı Kerîm’de bu husus şöyle anlatılır:
“Mûsâ’dan sonra, Benî İsrâîl’den ileri gelen kimseleri görmedin mi? Kendilerine gönderilmiş bir peygambere:
«–Bize bir hükümdar gönder ki (onun kumandasında) Allâh yolunda savaşalım!» demişlerdi.
(O Peygamber:)              
«–Ya size savaş farz kılınır da savaşmazsanız!» dedi.
(Onlar da:)
«–Yurtlarımızdan çıkarılmış, çocuklarımızdan uzaklaştırılmış olduğumuz hâlde Allâh yolunda neden savaşmayalım?!» dediler.
Kendilerine savaş yazılınca da -içlerinden pek azı hâriç- geri dönüp kaçtılar. Allâh, o zâlimleri hakkıyla bilendir.” (el-Bakara, 246)
“Peygamberleri onlara:
«–Bilin ki Allâh, Tâlût’u size hükümdar olarak gönderdi.» dedi.
Bunun üzerine:
«–Biz, hükümdarlığa daha lâyık oluduğumuz hâlde, (üstelik) ona servet ve zenginlik cihetinden geniş imkânlar da verilmemişken, bize nasıl hükümdar olabilir?!» dediler.
(Peygamber:)
«–Allâh sizin üzerinize onu seçti, ilmen ve bedenen ona üstünlük verdi. Allâh mülkünü dilediğine verir. Allâh her şeyi ihâta eden ve her şeyi bilendir.» dedi.” (el-Bakara, 247)
İsrâîloğulları’nın ileri gelenlerine göre iktidar, büyük servet ve sermâye sâhiplerinin olmalıydı. Hâlbuki bu fikir, cemiyetin menfaatine ve adâlet prensibine aykırıdır. Çünkü iktidâra, zenginlerin değil, ehil olan kimselerin geçmesi gerekir. Bu da, kişinin mânevî gücü, bilgisi ve tecrübesi ile birlikte kuvvet ve cesâretine bağlıdır.
Fahr-i Râzî’nin beyânına göre İşmoil -aleyhisselâm-, İsrâîloğulları’nın teklîfini şu dört sebepten dolayı reddetti:
  1. Tâlût’u hükümdar olarak seçen, Allâh -celle celâlühû-’dur.
  2. Hükümdarlarda iki vasıf aranır:
    1. Siyâset ilmini (idâreciliği) bilmesi,
    2. Bedenî ve rûhî bakımdan kuvvetli olması.
  3. Mülk Allâh’ındır; onu dilediğine verir.
  4. Allâh, ihsânı ile fakiri zengin yapar. Saltanata kimin lâyık olduğunu da hakkıyla bilir. (Fahreddîn Râzî, Tefsir, VI, 147)
Tâlût’un hükümdarlığına îtiraz eden İsrâîloğulları bu sefer de:
“–Eğer o, sâhiden hükümdarsa, bize bir delil getirsin!” dediler.
Bunun üzerine:
“Peygamberleri onlara şöyle dedi:
«–Şüphesiz onun hükümdarlığının alâmeti, (vaktiyle sizden alınan) Tâbût’un size gelmesidir ki, onun içinde Rabbinizden bir sekîne (ruhlara emniyet veren bir huzur), Mûsâ ve Hârûn ehlinin bıraktıklarından geriye kalan bir takım şeyler vardır; onu melekler taşıyacaktır. Eğer mü’min kimseler iseniz şüphesiz bunda sizin için gerçekten bir delil vardır!»” (el-Bakara, 248)
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi-3, Erkam Yayınları

1 Eylül 2016 Perşembe

Dünya Hakimi Sultan Süleyman'ın Vasiyeti



      Büyük Osmanlı Devleti'nin 10. hükümdarı Sultan Süleyman Han, kanunlara karşı göstermiş olduğu karakter itibariyle halk tarafından "Kanuni" lakabıyla şereflendirilmiştir. 46 yıllık saltanat hayatında 13 sefer yapan sultan, Osmanlı Devletine en önemli devrini yaşatmıştır. Büyük hükümdar artık hayatının son demlerini yaşadığının farkında olarak yerine getirilmesini istediği bir vasiyet bırakmıştır.

      Kudretli sultan, içinde ne olduğunu kendisinden başka kimsenin bilmediği küçük el yapımı, kilitli sandığı ölümü halinde kendisi ile birlikte yanına gömülmesini vasiyeti olarak aile efradına bildirdi.  Hayatı at sırtında geçen Sultan Süleyman'ın vefatı Zigetvar Kuşatması sırasında gerçekleşti. Yaklaşık 48 gün saklandıktan sonra İstanbul'a getirilip defin işlemleri yapıldı. Defin işlemleri yapılırken Cihan Sultanı'nın vasiyeti hatırlandı. Bir müddet sonra emanet ortaya çıkarılıp tören alanına getirildi.

      Büyük hükümdarın cenaze töreninnde şeyhülislamdan sadrazamına kadar devlet ricali bulunmaktaydı. Osmanlı Devleti'nin şeyhülislamı Ebussuud Efendi'ye Kanuni'nin bir vasiyetinin bulunduğu ve vasiyetin ne olduğu anlatıldı. Bu vasiyeti duyan Ebussuud Efendi; "Zinhar böyle bir vasiyeti yerine getirmeyesiniz, din-i mübine uymaz." diyerek karşı çıktı. Ebussuud Efendi zamanın en büyük alimi olarak kabul edildiğinden, görüşü devlet ricali tarafından olumlu karşılanarak sultanın vasiyetinin yerine getirilmemesi kararlaştırıldı.

      Bu sırada sandığın içinde ne olduğu törende bulunanların aklında büyük bir soru işareti bıraktı. Acaba sadığın içinde ne bulunmaktaydı? Sultanın vasiyet bırakacak kadar önemli ne vardı bu sandığın içinde? Bu vasiyet yerine getirilmediğine göre sandık açılmalı fikri konuşulmaya başlandı. Öyle de yapılarak sandık açıldı. Birde ne görülsün sandığın içinde; Kanuni'nin yapacağı işlerin, alacağı kararların tamamının şeyhülislamdan alınan fetvaları bulunmaktaydı.

       Kendi fetvaları olduğunu gören Ebusuud Efendi, "Hey büyük sultan, sen Allah katında kendini temize çıkardın, mesuliyeti bize yıktın, biz nasıl bunun altından kalkacağız bakalım?" diyerek hüzünlendi.